Yangon’daki hostelime yağmurdan sırılsıklam ama mutlu bir şekilde geri dönüyorum. Hostel’da bir şeyler atıştırdıktan sonra uyku bastırıyor. Erken yatmaya karar veriyorum, ertesi gün için Bagan’a akşam otobüsünde yerimi ayırttım. Bilet fiyatı 20.000 kyat tutuyor (14 dolar) Burada şehirlerarası ulaşım biraz pahalı. Nasıl bir yolculuk olacağı hakkında bir fikrim yok, açıkçası biraz heyecanlıyım.
Ertesi gün erkenden uyanıyorum. Şehir yeni yeni uyanırken etrafı izlemek ve fotoğraf çekmek için Yangon sokaklarında gezmeye başlıyorum. Tezgahlar yeni yeni kurulmaya başlıyor, monklar sabah kahvaltılarını yapabilmek için etraftan yiyecek toplamaya başlamışlar bile. Bu gelenek benim için oldukça yeni; monklar günde iki öğün yemek yiyor biri sabah 6’da diğeri ise öğlen 12’den önce (genelde saat 10’da öğleye yemeği yediklerini öğrendim). Köpekler peşi sıra etrafımda dolanıyor, Yangon’u bu saatlerde izlemek çok keyifli. Bir şeyler yedikten sonra arkadaşımla tekrar buluşup sokakları beraber gezmeye devam ediyoruz. Bu sefer yağmura hazırlıklıyız!
Otobüse kadar öyle sokaklarda başıboş gezip, insanlarla sohbet ederek dolanıyoruz. Her sokakta rengarenk manzaralara tanık oluyorsunuz. Günlük hayat devam ederken biz de bu hengamenin içinden akıp gidiyoruz. Akşam Bagan’a gidecek otoboüse biniyoruz. İçerisi büyükanne evi gibi. Pembe koltukların üzerine örtülmüş danteller, rahat rahat uyumanız için arkaya kadar yatan koltuklar, diş fırçası ve atıştırmalıklar… Gözlerime inanamıyorum 🙂
11 saat sürecek yolculuğum iyi geçecek diye huzurla uykuya dalarken birden televizyonda son ses gösterilen Myanmar dizisi ile irkiliyorum. Dizi bitiyor ardından müzik klibi başlıyor. Anlamadığım neden hep birlikte aynı müziği dinliyoruz? Neden gece 1’de son ses müzik dinliyoruz? Yanımdaki amcaya bakıyorum, bu seste kıpırtısız uyuyor. En sonunda birkaç kişi dayanamıyor ve görevlileri uyarıyor. Şov bitiyor, bizde uykumuza geri dönüyoruz.
Bagan
Sabah erken saatte Bagan’a varıyoruz. Otobüste tanıştığım birkaç kişiyle birlikte taksiye binip otellerimize doğru yola koyuluyoruz. Kısa bir süre sonra Bagan’ın girişinde görevliler giriş ücreti almak için aracı durduruyor. Bagan Arkeolojik Bölgesi’ne giriş ücreti 25.000 kyat (18 dolar). Verdiğim tepki kısık bir sesle ”yuh” oldu. Taksi şoförü ne dediğimi bilmesede yüzümden anlayıp epey güldü. Daha sonra birkaç kişiden öğrendim ki taksiciye 5.000 kyat teklif edip başka yoldan gidebilirmişsiniz. Küçük çakallıkları kaçırınca üzülüyorum.
Bagan 9. ve 13. yüzyıllar arasında büyük Pagan İmparatorluğuna ev sahipliği yapmış bir şehir. Şehir eski Bagan ve yeni Bagan olarak ikiye ayrılmış. Yeni Bagan’da konaklayabileceğiniz yerler ve yerleşim yerleri var. Eski Bagan ve yeni Bagan arası ise elektrikli bisikletle 15 dakika. Otelime yerleştikten sonra hiç uyumak istemiyorum, zaten zamanım da yok. Bagan için sadece bir gün ayırdım, ertesi gün Mandalay’a geçeceğim. Bu yüzden ilk işim pagodoları gezmek için bir elektrikli bisiklet kiralamak. En sonunda tüm gün kullanacağım elektrikli bisikleti 5.000 kyat’a (3 dolar) buluyorum. 41 kilometrekarelik bir alana yayılmış olan Bagan Arkeolojik Bölgesi onca depreme, işgale ve çeşitli doğal afetlere uğramış olmasına rağmen sapasağlam karşımda. Eski pagodolara giden yolların çoğu bozuk. Toz, duman içerisinde pagodaların arasında bisikletimi sürüyorum. Sabah saatleri olduğu için sessizlik hakim… Büyülü bir an.
Öğlene kadar 20’ye yakın tapınak geziyorum. Öğlen sıcağı bastırdıkça ilerleyemez hale geliyorum ve soğuk birşeyler içmek için gölge bir tentenin altına sığınıyorum. Oturduğum yerde bir kadınla sohbet ederken konu yüzündeki ”tanaka kremine” geliyor. Bu krem Tanaka ağacının kabuklarının öğütülmesiyle elde ediliyor. Tanaka’yı ciltlerini kızgın güneşten korumak için sürüyorlar. Aynı zamanda cildi güzelleştirdiğine inanıyorlar. Yaşlısı genci herkesin yüzünde görebilirsiniz. Daha sonra denemek ister misin diye sordular? Hemen kabul ettim. Yüzüme sürdüklerinde cildim o kadar ferahladı ki sanki yüzümde buz gezdiriyorlarmış gibi hissettim. Ayrıca çok güzel kokuyor.
Sıcağı daha fazla dayanamayıp hostelime geri dönüp bir süre uyuyorum. Daha sonra gün batımını izlemek için ”Shwesandaw Pagoda”dayı tercih ettim. İnsanlar yavaş yavaş yerlerini almaya başlamışlar bile. Ben de fotoğraf çekebileceğim güzel bir yer seçiyorum ve manzaranın güzelliğine dalıyorum. Yağmur sezonunda olduğumuz için fotoğraflarda gördüğünüz gibi güneşin farklı tonlarını görebileceğiniz bir manzara yok ama benim için yinede nefes kesici. Akşam yemeği için ucuz ama güzel bir yerler bakınıyorum. Bisikleti kiraladığım yerdeki çocuk bana ”Golden Bamboo”yu öneriyor. Benden başka yabancı yok, seviniyorum. Demek ki yerlilerin tercih ettiği bir mekan. Hem fiyat olarak hem de lezzet olarak restorandan mutlu ayrılıyorum.
Hostele dönünce ertesi sabah için Bagan’dan Mandalay’a gidebileceğim sabah otobüsünde yerimi ayarlıyorum ve kendimi yatağa bırakıyorum. Yorucu bir gün oldu, erkenden uykuya dalıyorum. Sabah uyandığımda inanılmaz güzel bir kahvaltı beni bekliyor 🙂 Myanmar’da ister hostelde kalın ister otelde ödediğiniz oda ücretine kahvaltı dahil. Uzun süre yolculuk yaptığın zaman sabah uyandığında kahvaltı bulabilmek benim için büyük lüks.
Mandalay
Bagan’dan İngiliz koloni dönemi öncesinin eski başkenti Mandalay’a doğru yola çıkıyorum. Bu sefer gündüz otobüsü için yerimi aldım çünkü en fazla 4 saatlik yolum var. Yol beni yine güzel insanlarla karşılaştırıyor. Yanyana oturduğum, daha sonradan birçok konuda ilham kaynağım olacak kadın Türk çıkıyor 🙂 Hafif bozuk yolları aştıktan sonra yağmurlu bir günde Mandalay’a varıyorum. Sanki hiç durmayacakmış gibi yağmur yağıyor. Hostelime yerleşir yerleşmez yatağa uzanıyorum ama onca yorgunluğa rağmen bir türlü uyuyamıyorum. Resepsiyona inip gezilecek yerler hakkında kısa bilgiler alıyorum. Ama şehrin içindeki çoğu yeri görme ihtimalim olmadığını anlıyorum çünkü yağmur durmak bilmiyor. Burada Fransız bir kızla tanışıyorum, o da Asya’yı geziyormuş. Ve benim gibi Mandalay’dan sonraki durağı Hsipaw. Mandalay ve Hsipaw arasındaki tren yolu fotoğraflardan inanılmaz güzel gözüküyor ve ”Goteik Viaduct” köprüsünden geçmek için can atıyorum. Birlikte tren bileti almak için istasyona gidiyoruz. Ama (nedense) bileti yarın alabileceğimizi söylüyorlar, ısrar kıyamet ismimizi listeye yazdırıyoruz. Tren istasyonu dönüşünde, ertesi gün hostel’in ayarladığı taksiyle eski şehri gezmeye karar veriyoruz.
Ertesi gün Fransız arkadaşımın diğer hostel’de kalan arkadaşı da bize katılıyor ve havanın güzel olmasını dileyerek yola koyuluyoruz. İlk durağımız Mahamuni Pagoda (Altın Saray Manastırı). Anlatılana göre burası Buddha’nın zamanından kalma, üzerine altın yapraklar yapıştırıldığı için göz alıcı bir parlaklığı var. Altın Buddha’nın olduğu bölge inanılmaz kalabalık. Dua edenler, altın yaprak yapıştırmak için etrafında dönüp duran insanalar… Maalesef altın Buddha’nın fotoğrafını çekemedim çünkü kadınlar dışarıda durabiliyor ve yanına sadece erkekler yaklaşabiliyor.
Sırada bünyesinde 1200 Budist rahibin yaşadığı ve eğitim gördüğü Mahagandayon manastırı var. Yine monkların yemek saatine yetişip izleyemedim diye üzülüyorum. Bir süre etrafta dolanan monkları seyrediyorum. Bazısı sesli bir şekilde dua ediyor, bazıları yıkadığı kıyafetleri asıyor. Bir süre sonra çekingen bir şekilde dua edilen yerden içeriye bakmaya başlıyorum ve oradan geçen bir monk ne öğrenmek istiyorsan bana sorabilirsin diyor ve uzun bir sohbete başlıyoruz. Konuşmanın en hoşuma giden noktası Budizm’in herşeye ama herşeye açık fikirlilikle yaklaşması. Hangi dine inanıyorsan inan seni sadece insan olarak kabul ediyor. İnsanları herhangi bir şey için zorlamıyorlar. Hatta monk eğitimi alan ama daha sonra bu yolda devam etmek istemeyenler diledikleri zaman eğitimlerinden vazgeçip başka bir yolda ilerleyebiliyor.
Daha sonra güzel sohbeti için teşekkür edip Sandamuni Pagoda‘ya gidiyoruz. Yukarı doğru tırmanırken inanılmaz tatlı Nun’lara (kadın budist -rahibe) denk geliyoruz. En küçüğü bana kocaman sarılıyor. Fotoğraflarını çekmek istediğimde hemen sıraya giriyorlar 🙂 Yine kalbim sevgiyle dolup taşıyor, onlar sayesinde tüm gün sırıtarak dolaşıyorum.
Tapınağın çıkışında arabasında ”betel nut” satan bir kadına denk geliyorum. Hızlı el hareketleriyle yaprakları sarıp içine tütünü yerleştiriyor. ”Betel nut” (kun ja diye de biliniyor) keyif verici bir bitki. Pazarda, her sokak köşesinde veya köylerde bu bitkiyi satan küçük arabalar görüyorsunuz. Yaklaşık bin yıldır Güneydoğu Asya’da kullanılıyor ve Hindistan’dan yayılmış. Ayrıca, kronik ağız kokusu tedavisinde ve bağırsak parazitlerinden kurtulmak için de iyi olduğunu söylüyorlar ama kansere neden olduğu da bilimsel olarak kanıtlanmış. Hazırlık aşaması da şöyle; önce yaprağa kalsiyum hidroksit sürüyorlar. Yaprağı kalsiyum hidroksitle kapladıktan sonra pirinç şarabında bekletilmiş tütün ilave ediyorlar. Ayrıca kakule tohumu, kurutulmuş hindistan cevizi ve hindistancevizi sütü ve biraz karanfil ekliyorlar. Daha sonra meyvenin içini serpiştiriyor. Bu karışımı yaprağa sarıyorlar ve bu şekilde çiğniyorlar. Çiğnedikten sonra kalan kısmı yere tükürüyorlar. Ağzı kırmızıya boyadığı gibi yerlerde de milyonlarca kırmızı noktacık görüyorsunuz. Genel olarak zararlı olduğunun farkındalar ama çoğu bırakamadığını söylüyor.
Shwe In Bin Kyaung sonrası bota binip Inwa şehrine ulaşıyoruz. Defalarca yıkılıp yeniden yapılmış ama en son 1839’daki depremde terkedilmiş bir yer. Eski şehri gezmek için iki seçeneğimiz var; bisiklet kiralamak veya at arabasına binmek. Her yer çamur kaplı olduğu için at arabalarına doğru yöneliyoruz. 10 dakikalık mesafeyi yoldaki çamur ve çukurlar yüzünden zıplaya hoplaya aşıyoruz. Arabanın içinde halimize kahkahalarla güldükçe etraftan geçip giden Myanmarlılar da halimize gülüyor 🙂
Önce 19. yy da Çin’li yesim taşı tüccarı tarafından yaptırılan Shwe In Bin Kyaung‘a gidiyoruz. Burası zarafeti ve tik ağacından oyulmuş süslemeleriyle beni büyüledi.
En son durağımız Amarapura. Dünyanın en uzun tahta köprüsü olan U-Bein köprüsünü görmek için sabırsızlanıyorum. Güneşin batımını izleme umudum yok çünkü hava oldukça bulutlu. Şans bu ya köprünün boş halini de izleyemiyorum 🙁 Myanmar halkının bayramı olduğu için milyonlarca insan köprüde yürüyor (yürümeye çalışıyor). İnanılmaz bir kalabalık var. Biraz köprüde yürümeye çalışıp fotoğraf çektikten sonra hostele geri dönüyoruz.
Hostele eşyaları bıraktıktan sonra koşarak Hsipaw biletimizi almak için tren istasyonuna gidiyoruz. Ama yine yeniden bilet satın alamıyoruz! Bu sefer, yarın tren sabah 4’te o yüzden siz sabah 3 gibi burada olun diyorlar. AMA NEDEN? Neden bileti alamıyorduk, hiçbir yanıt alamadık. Trenin kalkacağı gün erkenden tren garına gittik ve bugün tren yok yarın gelin dediler! Sinirlenmek istiyorsun ama sinirlenemiyorsun çünkü adam sakin sakin ”betel nut” çiğneyerek tren yok diyor. Bu sefer her kelimeyi vurgulayarak soru sormaya başladım ama İngilizce bilmeyen birine bağırarak bir şeyler anlatmaktan başka bir şeye benzemedi. En sonunda adam benden bezdi ve anlaşabileceğim birini çağırdı. Su baskınından dolayı tren geç kalmış ve 9’da gelecekmiş. Biz de 4’ten 9’a kadar tren garında uyuduk ama daha sonra tren 11’de gelecek dediler ve pes ettik. Bu yüzden Hsipaw’a otobüsle ulaştık 🙁 Buralara gelirseniz trenle ulaşım biraz sıkıntılı, haberiniz olsun! Otobüs yolculukları çok daha rahat geçiyor.
Not: Arkadaşımdan öğrendiğime göre Mandalay – Hsipaw arası tren yolu sıkıntılıymış, özellikle yağmur sezonunda. Ama Hsipaw – Pyin oo lwin arası trenine rahatlıkla bilet alabiliyorsunuz. Köprü manzarası da yanında hediye.