Şehir insanı olamadım hiç. İstanbul’da yaşarken bile gözüm daha küçük, işlerimi yarım günde halledebileceğim yerlerdeydi. Bu yüzden “çocukluğumun da geçtiği” Ege kasabalarını ve ada hayatını hep sevdim. Boşluk bulduğumda kendimi hep oralarda buldum. Şimdilerde ise boş vakit bulmak için çırpınmalar yok; rüzgarı hissettiğim, çayımı yudumlarken tadına vardığım idle zamanlarını yaşıyorum. İdle etimolojik olarak ”boş kalmak” anlamına gelse de şu an ki durumuma diğer anlamı daha uygun; “doğaya dönük”. Varolan düzen içerisinde aylaklık halini “idleness”yüceltmek boynumun borcu 🙂 Aylaklık dediğim de yine bana göre; kendimle ilgilenme, kendimle vakit geçirebilme hali… İşte “çoğunlukla” kendimle başbaşa kaldığım bir yılın sonunda şehirlerden daha çok kaçmaya başladım, insan kalabalıklarından uzak, güneşimin dev binalarla kapanmadığı yerlerde buluyorum kendimi. Birkaç gün önce de kendimi arkadaşımın Gökçeada‘daki evinde buluverdim. Rüzgarının eksik olmadığı deniz, kumsal ve doğayla başbaşa kaldığım, kentleşmenin canavarlaştırmadığı, her gelene kucak açtığı gibi banada kollarını kocaman açan Gökçeada, adım attığım andan itibaren ruhuma iyi geldi. Gökçeada kendimi gerçekten özgür hissettiğim nadir yerlerden…
Aslında amaç Kars’a tren ile gitmek, malum Kars’a tren ile gitmek için de öncelikle Ankara’ya ulaşmak gerekiyor. İstanbul’dan Ankara’ya ulaşmak için birçok yol var; ben öncelikle tren bilet ve saatlerine baktım daha sora da uçağı araştırdım. Şansıma uçakta trenden daha ucuza bilet buldum hem de daha kısa sürede varması beni cezbetti. Ancak bir heyecanla aldığım bilet saatinin 7:15 olması sonradan kafama dank etti. Ne yapıcam 6 saat Ankara’da sorusuyla bilgisayarın başında kalakaldım.
Kışın yapmak istediğim yolculuğu iş güç derken ancak Nisan ayında gerçekleştirebildim. Bence Kars her mevsim ayrı güzel çünkü doğası büyüleyici. Karların yeni yeni eridiği, güneşin parladığı Kars günleri de gayet keyifliydi.