Öncelikle Güney Kore’ye geliş hikayemle başlayalım. Buraya, yaşasın Güney Kore’nin her bir noktasını keşfedeceğim, oley! diye gelmedim. İçimdeki yeni bir ülkeye yerleşme isteğini ve bir süre de olsa kapı komşumu bilme hissini doyurmak için geldim. Neden Güney Kore? Tayland’dayken başlayan ve hiçbir zaman adını koyamadığım zincirleme olaylar neticesinde ayaklarım beni buraya sürükledi diyelim. Tanıştığım insanlar, Kore ile ilgili karşıma çıkan minicik sürprizler bana buraya gelmemi söyledi, geldim. Yerleştim mi? Hayır 🙂 Yani 2,5 ay kadar yaşadım diyelim. Pişman mıyım? Hayatımdaki hiçbir şeyden pişmanlık duymadığım için bundan da asla. Bir sürü yeni şey öğrendim, hayatıma yeni insanlar kattım; yol olsun diye eklenen taşlara bir yenisini daha eklemiş oldum. Kısa bir özetten sonra kaseti başa saralım ve Seul’e ilk ayak bastığım güne geri dönelim.
Özbekistan’da haddinden fazla zaman geçirdikten sonra (plan yapmamak bazen böyle şeylere neden olabiliyor) Seul’e gidecek uçağa doğru ilerliyorum. Kafam hala blurlu, bu olanlar hep Ati’nin sayesinde, uçağa binmeden önce içtiğim son bira sanki beni yerden bir santim havalandırmış gibi. Alt tarafı bir bira tabi ama demek ki uzun süre içmeyince böyle hissediliyormuş. 6 saat sonra bulunduğum kültürden bambaşka bir kültüre adım atacağım. Bu yüzden uçaktaki yerime doğru ilerlerken tek sırıtıdan kişi benim. Seyahat ederken böyle ani kültür geçişlerini seviyorum. Orta Asya’nın bozkırlarında geçen 2 ay sonunda, bam! bambaşka bir dünyadayım. Yarı uyanık yarı uykulu geçen yolculuğun sonunda tekerler yere iniyor ve işte Güney Kore’deyim. Pasaport kontrolündeki düzen, kayıt sistemi sırasında kullandıkları teknoloji, insanlar… Dünyanın öbür ucunda, 4500 metre yükseklerde köyler, evler, insanlar yokmuşçasına orada olup bitenlere baş kaldırır gibi devasa binaların arasındayım. Metro’ya biner binmez hayatın burada hızlı aktığını kafaları bir bir önüne düşmüş Korelilerden görebiliyorum. Sahi, benim ruhum burayla bir mi?
Seul’de, Tayland’da tanıştığım Koreli bir arkadaşımın evinde kalacağım. Biriyle 3- 4 gün gezmek ve beraber seyahat etmek başka, aynı evi paylaşmak ise bambaşka tecrübeler. Kültürleri ve hayata bakış açılarını yeni keşfetmeye başladığım Kore’ye giriş dersi için Boram’da bir süre yaşamak iyi bir başlangıç oluyor. Kore sim kartım veya internetim olmadığı için bir süre arkadaşımla haberleşemiyorum ama tabi bu kısacık bir süre oluyor çünkü metro istasyonlarında veya yolda öyle yürürken bir bakmışsınız telefonunuz en hızlısından internete bağlanıvermiş. Boram’ı kısa bir süre bekledikten sonra beklediğim yerden beni almaya geliyor ve büyük blok binaların arasından geçerek evine ulaşıyoruz. Sonradan fark ediyorum ki Kore’deki blok halindeki yapılar her yerde, aslında yarattıkları bu kentsel planlama ülkeye hem düzen getirmiş hem de biraz sıkıcı bir hava katmış. Ara sokaklara serpiştirilmiş eski tip Kore sitili evler olmasa aynı bloklara bakmaktan bir süre sonra sıkılacağıma eminim.
Evini abisiyle paylaştığı için, ev beklediğimden büyük çünkü normalde Kore’deki evlerin geneli tek odalı. İlk gece akşam yemeğine daha sonra sıkı fıkı olacağım yakın bir arkadaşını davet ediyor. İlk akşam sakin ve güzel geçiyor, hatta iki gün sonrası için YounJoo tarafından Noryangjin Balık Pazarı‘nda akşam yemeğine davet ediliyorum. Hala Pamir’in etkisini üzerimden atamadım, aklım dağların arasında bir yerlerde uykuya dalıyorum.
Geldiğimden beri hava yağmurlu ama evdeki kediyle bir o koltuğa bir diğer koltuğa yayılmak iyi geliyor. Bu hissiyatı özlemişim. Akşam, Noryangjin Balık Pazarı‘nda YounJoo ile buluşmak için hazırlanıyoruz. Boram’ın evi şehir merkezine metroyla 45 dakika uzaklıkta, zamandan bol neyim var diye bu olayı pek önemsemiyorum ama metroda geçen zamanlar arttıkça bana biraz afakanlar basmaya başlıyor. Yürüyerek şehri keşfetmek istiyorum… 45 dakika sonunda balık pazarına ulaşıyoruz. Bu pazarın biri yeni diğeri eski olmak üzere iki farklı binası var. Önce eski olana giriyoruz, yukarıdan biraz aşağıda olan biten kargaşayı izliyoruz. Uzakdoğu’dayım hissi o an yüzüme çarpıyor, bu ani çarpma yüzümde kocaman tebessüme sebep oluyor 🙂
Noryangjin Balık Pazarı tam olarak 700 kadar dükkanı içinde barındırıyor ve 24 saat açık. 1927’den bu yana açık olan pazarda ahtapottan deniz kestanesine kadar her türlü balık ürününü bulmak mümkün. Deniz ürünlerine bayılan biri olarak burası favori mekanlarımdan biri oluyor. Deniz ürünlerimizi eski pazardan aldıktan sonra yeni binanın en üst katına çıkıyoruz. Burada da birden fazla balık restoranı var ama bu restoranlar deniz ürünü satmıyorlar. Siz balık veya deniz ürünlerinizi getiriyorsunuz onlar sizin yerinize soslayıp, pişiriveriyor, allayıp pullayıp servis ediyorlar.
Balıklar geldikten sonra hemen bir şişe Soju sipariş ediliyor – Soju Kore’nin yerel içkisi, yani fermante edilmiş pirinç şarabı – Kore’deki üçüncü günüme kadehler kalkıyor “Welcome to Korea, 건배!” (geon-bae!) Kore’ye yeniden hoş geliyorum 🙂
Günler böyle geçip giderken, birden burada olma amacım aklıma geliyor. İş bulmalıyım! Craiglist sitesinin altını üstüne getiriyorum, kendime uygun birkaç işe başvuruyorum. Nihai amaç Kore’de İngilizce öğretmeni olmaktı ancak ana dilin İngilizce değilse iş bulmak olduğundan daha zor. Özellikle Seul için, küçük şehirlere gitsem belki… Ama burası çok pahalı, şehir şehir gezip iş bulmaya bütçemi ayırmak pek mantıklı gelmiyor. Bu yüzden yoga dersi verebileceğim topluluklara, garsonluk yapabileceğim restoran ve barlara, kalma ve yemek değişimli gönüllü olarak çalışabileceğim hostellere gözümü dikiyorum.
Başvuru yaptığım yerlerden geri dönüş çok geçmeden geliyor ancak maillerin içeriği hep aynı; 1) Korece biliyor musunuz? 2) Çalışma izni vizeniz var mı?” Tabi ki yok 🙂 İlk olarak bir restoranın bar kısmı bu soruları sormadan olumlu dönüyor ama gece yarısı işe gidip sabaha karşı dönmek işime gelmiyor bu yüzden kabul etmiyorum. İyi ki de etmiyorum. Bir süre sonra eskiden freelance iş yaptığım firmadan geri dönüş alıyorum; “Kapımız size her daim açık”. Harika! Hem oturduğum yerden hem de dolar olarak para kazanacağım. Kısa süreli bir proje olsa da istediğimden fazlasını biriktirebileceğimi biliyorum. Birkaç gündür gergindim, rahatlıyorum. Evinde kaldığım arkadaşımla günler biraz sıkıcı geçiyor, Tayland’da tanıştığım o kızı bulamıyorum karşımda. Dışarı pek çıkmıyor, genelde Tay dili çalışıp Kore romantik serileri izliyor. Haliyle sıkılıyorum. Bu yüzden hostellerde iş bakmaya başlıyorum. Çok geçmeden bir tanesi geri dönüş yapıyor. Buradaki hostellerde iş bulmak basit, sürekli birilerini arıyorlar. Hostel ile görüşmeye gidiyorum, hayatımdaki en garip iş görüşmesi diyebilirim. Görüşmeye gitmeden önce hostelin yöneticisi özgeçmişimi istiyor. Özgeçmişi uzatıyorum ama içeriği tabi ki okuduğum bölümler ve eski işimle alakalı. Bir özgeçmişime bir bana bakıyor, ortalığı temizleyip toparlamak için özgeçmiş istemek? Garip. Sonra bana ödeme yapabileceklerini ama kalma yeri sağlamadıklarını söylüyor. Kabul edemiyorum tabi, şehrin içinde kalacak bir yere ihtiyacım var. Canım sıkılmış hostelden ayrılırken Workaway’den başvurduğum hostel mesaj atıyor;
– “Hala iş arıyor musun?”
– “Evet”.
– “Hemen gelebilir misin?”
– “Beş dakikaya oradayım”.
Şansıma beni çağıran yerin iki sokak uzağındayım. Yöneticiyle biraz muhabbet ettikten sonra akşam eşyalarını al, gelip yerleş diyor. Hostel’deki çalışma hayatım da böylece başlamış oluyor.
Boram’la başka haftaya buluşmak için sözleşiyoruz ve yeni evime doğru yola koyuluyorum.
Peki, bir hafta Koreli biriyle aynı evi paylaşmak nasıl bir his? Çoğu insandan aynı soruların farklı versiyonlarını duyduğum için kısaca anlatayım. Bir kere her dakikam şaşırmakla geçiyor. İlk gün sabah uyanıp kahvaltı masasında gözleri yarı kapalı kahvemi içerken yanımdaki duvar konuşmaya başlıyor 😅 Meğer kafamın üzerinde hoparlör varmış. Korkudan altıma işiyordum. O ne öyle köy meydanına konmuş hoparlör gibi… Site ile ilgili bilgileri hatta hava durumu anonslarını bile buradan yapıyorlarmış. Black Mirror dizisi çekiyoruz sanki! Neyse bir süre sonra kahvaltı yapıp sohbet etmeye başlıyoruz, arkadaşımın kahvaltısı bittiğinde bir ara içeri gidiyor ve suratına yapıştırdığı bir maskeyle çıkageliyor, daha ben cümlemi bitirmemişken aynı maskeden benim de suratıma yapıştırıyor. Daha sohbet ediyorduk niye böyle oldu ki? Neyse suratımdaki her ne ise güzel kokuyor.
Mesela dışarı çıkarken her seferinde gerçekten makyaj yapmak istemiyor musun diye soruyor. Neredeyse, yok istemiyorum pankartı asacaktım boynuma. Espri anlayışları bizden baya farklı yani birinin dış görünüşüyle ilgili ağır şaka yapıp gülebiliyorlar. Bazen ciddi mi değil mi anlamıyorum. Dedikodu olayı, üf dedikoduyu ne çok seviyorlar. Bu konuda bizim coğrafyadan aşağı kalır yanları yok. Bana karşı her daim çok kibar, tanıştırdığı arkadaşları da öyle. Misal bir arkadaşı, sim kart çok pahalı olduğu için alamıyorum bu yüzden ikinci telefonunun sim kartını veriyor; internetsiz kalmayayım diye. Yemek anlayışları bizden farklı, iki çeşit bilemedin üç çeşit bir şey geliyor masaya, herkes chopstick ile ortadan yiyor damlamasın diye de her seferinde önüme minik bir tabak koyuyor. En sevdiğim huyları ise geri dönüşüme aşırı takık olmaları. Evlerde ve tabi apartmanların dışında üç farklı çöp var. Plastikleri, kağıtları ve yemek atıklarını ayrı ayrı paketleyip çöplere atıyorlar. Koreli biriyle kısa sürede olsa aynı evi paylaşmak farklı bir tecrübe oluyor.
İşe başladığım hostel bildiğin ev gibi, çok kalabalık olmayan hostelden ziyade daha çok misafir evi konseptinde diyebilirim. Beni en cezbeden tarafı mutfağı var, istediğimi pişirebiliyorum, yeni tarifler deneyebiliyorum. Hostel’de aşçılık eğitimi almış bir adam ve benim gibi mutfak tutkunu bir kadın var (hal böyle olunca günün yarısı beraber mutfakta geçiyor 🙂
Haftada 4 gün boşum diğer üç gün çalışıyorum, sessiz sakin olması bilgisayardan yaptığım iş için de oldukça avantaj sağlıyor. Hostel’in bulunduğu muhite ise bayılıyorum. Dışarı çıktığım an her şeye rahatlıkla ulaşabiliyorum. Zamanla sürekli sebze aldığım manav beni tanımaya başlayıp her gittiğimde veya önünden geçerken selam veriyor. Daha nasıl mutlu olabilirim, bu aralar tam olarak ihtiyaç duyduğum şeyi yaşayabiliyorum. Bir hafta sonra arkadaşımın da yardımıyla haftada bir gün vermek üzere yoga dersi ayarlıyorum. Bu sayede aklım çalışmak ve hayata tutunmakla meşgul olmayı bırakıp olduğu ortamdan zevk almaya başlıyor. Bende kendimi şehri, Kore kültürünü ve yemeklerini keşfetmeye bırakıyorum…