Kırgızistan’daki son günlerim. Dağ, bayır, 4000 metreye çık, in, çay iç, bozkırda çadırından atları seyreyle, çay iç, çekik gözlü kırgız bebelerini tepende taşı, çay iç, yürü, 10 km, belki daha fazla… Geçmiş zaman, sayılarla aram hiçbir zaman iyi olmadı. Bir buçuk ay böyle geçti. Kırgızistan’ın en güneyindeki Oş şehrinde, sürçü lisan ettiysem affola, götümden ter damlayarak Burak’ı bekliyorum. Zat-ı âlileri Kazakistan’da ve orası öyle bir ülke ki; çöl ve çöl ve yine çöl. Çıkamadı oralardan haliyle, bir süre. Oş şehriyle çoktan vedalaşmış, toparlanıyorum, artık gelir ve beni bir yerlerde yakalar diye düşünmeye başladım. Çünkü huzursuz bacak sendromu ruha laf geçirmem zor. Neyse ki yakalıyor beni ve yoldan çevirdiğimiz bir tıra atlayıp Kırgızistan’ın sınır köylerinden Alay vadisine konumlanmış 3,170 metredeki Sarıtaş köyüne gidiyoruz. Köyün tek bir esprisi var; Çin’e ve Tajikistan’a buradan geçiliyor, şayet Tajikistan’a gidilecekse, beden irtifaya alışsın diye köyde kalmak şart oluyor. Çünkü bir sonraki adım 4000 metre. Etrafta…
Bişkek’te ne yapacağım, neler deneyimleyeceğim diye düşünüyosanız ülkeye adım atar atmaz duayacağınız 3 soruyu söyleyip anlatmaya başlıyorum; Erin var mı? Kaç balan var? Kança yaştasın? İki aylık Türkiye…